Fahri Maden, "Devlet Adamları ve Sufîler", İnsanca Dergisi, Sayı 39, s.20-21.
Devlet adamlarının mutasavvıflara ilgisi, tarihin her döneminde vuku bulmuştu. Hükümdarların otoritelerini sağlamlaştırmak hedeflerinin yanında bu durumun özel sebepleri vardı. Bir defa karşılıklı yardım ve destek görme esastı. Öyle ya hükmedecek bir kişinin bir takım yetilere sahip olması gerekiyordu. Bu zahiri ilimlerin yanında manevi terbiye almak demekti. Cihana hükmetmek güçlü olmayı gerektirdiği kadar ahlak, sabır, yumuşalık gibi ulvî hasletlerini zorunlu kılıyordu. İnsanın manen eğitilmesi ve yetiştirilmesi görevini toplumda hep tasavvuf kurumu gönüllü olarak üstlenmişti. Mutasavvıfların hizmet görebilmeleri içinse önlerinin açılması, hükümdarlarca destek olunamıyorsa da en azından köstek olunmaması beklenirdi.
Osmanlı tarihinde gelip geçmiş her padişaha bir mürşide bağlılık atfedilir. Bunlardan bilhassa Yavuz Sultan Selim’e izafe edilen bir dörtlük anılmaya değer niteliktedir.
Padişah-ı alem olmak bir kuru kavga imiş
Bir veliye bende olmak cümleden evla imiş
Galiba Osmanlı’dan evvel Selçuklu’dan başlamalıydık. Zira o dönem insanımızın artık ilgisini çekmiyor. Ama gerek mutasavvıfların gerekse Türk-İslam tarihinin kökleri oradadır. Selçuklu vezirlerinden ünlü Nizamü'l-Mülk sufîlere çok sevgi gösterir, ikram ve hürmet ederdi. Hatta kendisine mensup olan sufîlerden bir sufîye her defa geldikçe para verirdi. Bir gün Temimi, Nizamü'l-Mülk'e
-Sufîleri bu derece güzel karşılamanıza ve saygı göstermenize sebep nedir?' dedi.
Nizamü'l-Mülk, Sufîlere bu karşılamayı yapmasına sebebinin bir hadiseye dayandığından bahseder ve şöyle anlatır:
-Geçmişte ben bir emirin yanında idim. Gece ve gündüz onun hizmetini görürdüm. Bana bir sufî gelip, sana faydalı olan kimseye hürmet et, yarın köpeklerin parçalayacağı kimseye hizmet edip, ne yaparsın? Boş yere hizmetini kayıp edersin, dedi. Bu sufînin sözünün manasını ve muradını anlayamadım. O hizmet ettiğim emir devamlı şarap içmeye ve sonra akılsızlığından sarhoş olmaya alışıktı. O emirin yavuz, yırtıcı köpekleri vardı. Gece ve gündüz çadırını korur ve garip bir şekilde diş vururlardı. Yabancı kimse görseler yırtıp yaralarlar ve taşradan geleni paralarlar idi. Tesadüf o gece emire şarhoşluk üstün gelip, geceleyin çadırdan dışarı çıktığında, köpekler onu tanımayıp parça parça ettiler. O zamandan beri sufîye sevgi gösterip, arar ve bu grubun olgunlarını sorarım, onun gibi bir kimseye bir daha kavuşayım ve yüzünü göreyim derim [[1]].
“Kanuni Sultan Süleyman, İran seferi sırasında bir ara Niğde-Aksaray’ına uğrar, orada zamanın mutasavvıflarından ve Bayramî-Melâmilerinin önde gelenlerinden Pîr Ali-yi Aksarayî’yi ziyaret eder, onunla sohbet eder. Devrin padişahı bu sohbetten müstefid olur ve Pîr Ali’ye hayran kalır. Hatta sefer dönüşü tekrar bu melâmet ulusunu ziyaret ile ondan İstanbul’a gelmesini rica eder. Aksaraylı Ali Efendi bu teklifi kabul etmez. Ancak Sultan hiç olmazsa oğlunun gönderilmesinden ısrar edince; ‘Oğlumun ismi İsmail’dir. Hak yoluna kurban olmaktan dönmez’ diyerek oğlu İsmail-i Maşuki’nin İstanbul’a gitmesine rıza gösterir.” [[2]]. Tabii İsmail Maşuki İstanbul’da idam olunacaktır.
Devlet adamları ile mutasavvıfların daima iyi ilişkiler içerisinde oldukları düşünülmemelidir. İsmail Maşuki olayı bir otorite göstergesiydi mesela. Şeyh Bedrettin, Niyazi Mısrî gibi mutasavvıflar yaşadıkları dönemin devlet erkânı ile çatışmışlar ve bu çatışmanın bedelini canlarıyla ödemişlerdi.
19. yüzyıla gelindiğinde ise özellikle Tanzimat’ın ilanıyla devletin artık mutasavvıflar üzerinde tam bir otorite kurma uğraşları baş göstermeye başlamıştı. Gerçi bu tutum daha II. Mahmut döneminde meyvelerini verir olmuştu. 1826 yılında Yeniçeri ocağıyla birlikte Bektaşi tarikatı da gözden çıkarılıvermişti. Uzun yıllar devlete hizmet vermiş bir kurum II. Mahmut’un merkeziyetçilik anlayışının kurbanı olmuştu. Bunu Tanzimat döneminde mutasavvıfların üzerine abanan devleti eli izledi. Nihayet uzun yılarlın birikimi 1925’te Tekke, Zaviye ve Dergâhların toptan kaldırılmasıyla sonuçlandı.
Yasaklılık devlet adamalarıyla mutasavvıfların arasına soğukluk getirdiyse de tamamen kopuş bir türlü gerçekleşmedi. Son dönemde merhum Genelkurmay Başkanlarımızdan Fevzi Çakmak ve yine merhum cumhurbaşkanlarımızdan Turgut Özal’a mutasavvıflara mensubiyet isnat edildi.
Daha önce bir yazımızda demokrasinin yerleşmesi ve uygulanabilmesi için tasavvuf öğretisine ihtiyaç olduğundan söz etmiştik. Aksi takdirde manevi eğitimden mahrum önderlerin elinde toplumun hırpalanacağı açıktır. Tasavvuf elinde pek çok yetkiye sahip olacakların gurur ve kibirleri kırmakla kalmayacak onları diktatörce davranmaktan da alıkoyacaktır. Pozitif ilimler yanında manevi eğitim küçümsenmemelidir. Yunus Emre’nin Mevlana’nın Hacı Bektaş ve Hacı Bayram Veli gibi toplumumuz içinde var olan kâmil insanlara itibar edilmelidir. Dikatle gözlendiğinde görülecektir ki İslam tasavvufunun yetiştirdiği bu büyük zatların fikirleri laik sitemle çatışmamaktadır. Tam tersine tarih boyunca inanç özgürlüğünü savunan, kişinin inancını tercihte özgür olduğunu en fazla vurgulayan bu ilmin mensupları olmuştur.
Şurası açıktır; yaşadığımız coğrafyanın zor anlarında mutasavvıflar daimi surette devlet adamlarının yanında yer almışlardır. İstisnalar çoğunluğu teşkil etmezler ve zaten kendi içinde marjinal gruplardır. O halde İslam tasavvufu üzerinde sezgici ve şüpheci yaklaşımlar doğru değildir. Başka bir ifadeyle Anadolu’nun Türkleşmesinde ve Türk kalmasında temel faktörlerden biri olan tasavvuf kurumu bu kadar eleştiriyi hak etmemektedir. Bu kurumun mensupları, alandan çok hep veren el oldular. Vatan millet yolunda aşkla şevkle canlarını feda ettiler. Kurtuluş Savaşı bunun açık delilidir. Bu büyük mücadelemizde mutasavvıfların gösterdikleri çabalar bugün ortaya konulmuş bulunmaktadır. Örneğin Özbekler tekkesine bu hizmetlerinin karşılığı olarak 1925 sonrası dokunulmamıştır. Olayları iyi tahlil etmeli, Türk Devleti dostunu düşmanından ayırt etmelidir. Çünkü iç çekişmelerimizden ve birbirimizi suçlayarak çatışmamızdan dış güçler istifade etmektedir. Yetmiş iki millete aynı gözle bakmayan, halka müderris olsa hakikatte cahildir sözü mutasavvıflara aittir.
[1] Ahmed bin Mahmud, Selçuk-nâme-II, (Hazırlayan: Erdoğan Merçil), Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul 1977, s.10-11.
[2] Ahmed Güner Sayar, Osmanlı’dan 21. Yüzyıla Ekonomik, Kültürel ve Devlet Felsefesine Ait Değişmeler, Ötüken, İstanbul 2001, s.28.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder